Pages

2 Ağustos 2017 Çarşamba

THE BREEZE OF JENERO IN ZABLJAK

As the haunted streets lingered on, a long dark-haired old woman of age around 60s was watching the passings-bys aimlessly on a sunny Zabljakian day with scattered clouds in the sky. She was in a black dress which might be reminisced as a mourning day of a loved one. In her half way legs, that see-through socks you can see her white skin just under her knees....God knows what she was thinking with her hand holding her chin. On her right, whom she is unaware of, a couple from a western european country was staring at their phones while looking at the sign of jenero ( means lake ) before hiking. It is unlikely to miss the chance of seeing her moving. She is almost motionless. When she suddenly shouted at the children as they entered the two-storey-house of which she was sitting in front, one can easily get startled.


Within a blink of a few winks, she started to play with her silver rings in both hands and the sleeves of of her black cardigan... It looked as if she didn't mind that the drizzle just started, which was not able to bother her. The clouds gathered in clusters all of a sudden as if they were in a battle of not allowing the sun to shine on the hills. 

Right across the woman's house, in the front of the garden of a hotel restaurant, " Hayde bre," yelled an old man in a grey suit as he approached getting out of his blue car. He sat at a table of two, where a friend of his age sat across him and when he looked sideways, he saw a boy aged around ten holding a basketball. They shook hands and one could easily realise that he had  the looks of a caring father rather than a neighbour. 


Meanwhile, three French girls at the opposite table just finished their " burgers", of which they had  thought a modern hamburger they would get. Nonetheless, they ended up with ' cevapi' . As the meal was served the middle- aged waitress showed an absolute certainty that cevapi is burger, the girls realised that they had to do away with what they got.



As for the old men, now that they tried to communicate with the girls, their attempt was in vain. They failed to do so because of the language barrier.



In  a quarter of an hour, the rain stopped and he girls got in their car, under the constant looks of the two men. The girls were actually one of the groups they came across every other day in this peaceful, slow-pacing place with cotton clouds which are often hesitant to show up in the sky.



The following day, the old woman was walking on the main road in the same clothes but his time holding a handbag......At a second glance, she probably  curved the edges of lips , which could be interpreted as a kind of  a managed smile. It might be because she was probably doing the chores and forgot her sorrow for a while, which was awaiting for her as soon as she lay her first step into her house with a tall roof. 

The exterior of her house was covered with wood, worn out of its vivid colour. Considering the memories that held for many years, she might have felt solely lucid to keep herself in a shelter. Or she almost forgot to remember most of the dark details that she had lived through and would just start to make preparations to stuff the green bell peppers which she had bought from the bazaar. 

She seemed as if she didn't need to define everything again and again like some people would do after a life changing event. In that case, you can even say to some extend that she  was 'seizing' the day. The exact day which was supposed to be repeated similarly to other days. That might be the meaning of freedom for her, within the imprisonment of her 'obliged- do-so' circle. To be able to do what she wanted, so it was.


In the kitchen, crunched over the sink,  she washed the peppers, tomatoes and cut the tops of the peppers slowly and with halts that could be observed in Japanese animes. The limps had already memorised the routine, doing the frequent task....(to be continued..) 


1 Mayıs 2017 Pazartesi

4 Şubat 2015 Çarşamba

Danimarka Sineması'nda Kesitler...


Danimarka Sineması çok geniş bir başlık olduğundan film seçimlerini son zamanlarda adından oldukça bahsedilen oyuncu Mads Mikkelsen ve daha çok birlikte çalıştığı yönetmenlerin filmlerinden yol alacak bir rota çizmeye çalıştım. Henüz bitmemiş bir yazı olduğunu eklemeliyim.

    Thomas Vinterberg'in dogma film kurallarına uygun olarak çektiği Festen'in / Şölen ( 1998) çıkışından sonra benzer başarıyı yakalaması The Hunt / Onur Savaşı (2012) filmiyle oldu. Çekim tarzları açısından farkları olsa da iki film hikayesini pedofili ve çocuk masumiyetinin yitirilişini başka açılardan ele alıyor. The Hunt filminde bir tarafta çocuk tacizi yaptığı için suçlanan bir öğretmen hem psikolojik hem de fiziksel olarak tacize maruz kalırken, Festen' de farklı örülmüş bir taciz konusu işleniyor: Helge'nin (baba karakteri) görkemli denebilecek doğum günü kutlamasında ailenin içinde yaşanılan gizli şeyler çarpıcı şekilde sürreal öğeleri de ekleyerek sergilenirken, kendinizi kelimenin tam anlamıyla şaşırtıcı gelişmelerin ortasında buluyorsunuz.
Lars Von Trier ve Thomas Vinterberg'in birlikte öncülüğünü yaptığı Dogma 95 kurallarına uygun olarak çekilen Festen' in tamamı doğal ışıkta takip kamera kullanılarak, stüdyo çekimi olmadan ve de özel makyaj gibi şeylere başvurulmadan çekilmis. Karakterlerin yaşadığı beklenmeyen sürprizlerde kameranın ani hareketleri gibi realist, belgesel sinema özelliklerinin kullanılma sebebi bir çok amaca hizmet ediyor. Seyirciyi izleyici konumundan alıp hikayenin içine katması, bir bakıma karakterlerin iç dünyasına inerken; gerçek mekanlarda doğal bir çekim metodu kullanarak yapılandırılan bu yöntemin ayrica hikayeyi detaylandırılan karakter analiziyle ortaya çıkarma amacı gütmesi en önemli nedenlerden biri. Korku, tehlike, takip, gözetleme ve diğer hislere seyirciyi de dahil ediyor bir anlamda. Seyircinin yabancılaşmayacağı, geleneksel oyunculuk ve hikaye anlatma örgüsü hedeflemiş, düşük bütçeli çekimler amaçlayan ve minimalist bir yaklaşımı taşıma olasılığı olan filmler... Daha sonralarda, Kristian Levring ve Soren Kragh-Jacobsen'in de katıldığı Dogma 95 manifestosu, bazı eleştirmenlerce sinemanın gelişimi açısından eleştirilmesine rağmen, bağımsız sinemaya olan katkısı önemli olarak düşünülmekte.



Dogma film olmasa da The Hunt oyunculuk ve konusu itibari ile realist bir yaklaşım ile çekilmiş, izleyiciyi eğlendirmek amacı taşımayıp, Danimarka toplumunda tabu olan çocuk tacizi konusu üzerinden gidiyor. Vinterberg'in Tobias Lindholm ile birlikte yazdığı filmde Lucas (Mads Mikkelsen) boşanmış ve dağınık bir hayatı olan babayı canlandırırken; çocuğun değil, bir yetişkinin kurban olarak ele alındığı rolünde kendini savunmaya sonuna kadar devam ediyor. Karakterin taşıdığı mücadeleci tavırı oyunculuğuyla  hakkını vererek canlandırıyor. The Hunt bir çocuğun yalan söylemeyeceği illüzyonuna kapılmış bir toplumun önyargılarından ve bunun bulaşıcı olması üzerinden ilerlerken, tersi bir yoruma yer vermediği için eleştirilmis.  




   Festen'in ardında denemelerinde istediği başarıyı yakalamak için tıkandığı yerden geri gidip bir yapı bozum yaşaması gerektiğini söyleyen Vinterberg, The Hunt'in çıkış noktasının bir gün kapısını çalan, tanımadığı komşusu psikiyatrist  tarafından elinde ilginç bir vaka olduğunu ve bu konu üzerine çekmesi gerektiğini söylemesi ile düşünmeye başladığını vurguluyor. Yasadığı küçük bir kasabada yayılan yargısız infaz ile yalnızlaştırılan okul öncesi bir devlet kurumunda ögretmen olarak calışan ana karakter Lucas'ı canlandıran Mikkelsen, inandırıcı oyunculuğu ile Cannes film festivalinde 2012 de en iyi oyuncu ödülü aldı. 2014 de ise  Oscar en iyi yabancı film dalında adaydı. 


  Vinterberg’ in başka tarz filmleri denemekten çekinmeme konusunda ısrarlı olduğunu görebiliriz. Bunlara Jaoquin Phoenix ve Sean Penn'in de oynadığı Amerika’da çekilen  ve dağınık yapısıyla eleştirilen It is All about Love; Lars Von Trier' in yazdığı Vinterberg'in çektiği Dear Wendy / Sevgili Wendy (2005) dahil.  Amerika‘da bir maden kasabasında yaşayan silahlara hayran bir çocuğun çete kurarak gelişen olayları ele alan film, şiddet ve ırk teması üzerinden giderken oturmayan bir western benzemesi olduğu yorumlarına rağmen, sinemada sınırlarını zorlamaya devam ediyor.


    Biraz eski tarihlere doğru gidince, hayaller ve gerçeklerin çekişmesinden iki arkadaşa ne kalıyor hakkında bir film ile karşılaşıyoruz. Simon Staho'nun yönettiği Vildspor' un (1998) İzlanda'da geçiyor olması filmin konusu ve atmosferi açısından oldukça tamamlayıcı ve etkileyici. Game of Thrones’da Jamie Lannister rolünü üstlenen Nikolaj Coster-Waldau, senaryonun ortak yazarı olmakla kalmayıp, ana karakterlerden birini de Mads Mikkelsen ile paylaşıyor. Yıllar geçmesi ile farklı hayata yönelen arkadaşının izini süren Ossy (Waldau), Jimmy' nin geçmişi ile yüzleşmek istememesi ile çerçevelenen hikaye duygusal olarak izleyiciyi sararken, İzlanda'nın geniş boş alanlarında yalnızlık, izole olma, bir şeylere tutunma isteği gibi öğeler de ağır basıyor.


   

     Nicholas Refn, Mikkelsen'nin kariyerinde diğer önemli karakterlerden biri. Yonetmen , Pusher Uçlemesinde Kopenag'da yaşayan yasadışı işlere bulaşmış kişilerin hayatını ele alıyor. Pusher 1 (1996) filminde uyuşturucu satıcısı serseri, yalnız bir karakteri canlandıran Mikkelsen'in canlandırdığı karakter, Pusher 2‘de (2004) de suçtan ve beladan başını kurtaramıyor. Gangster bir babanın çocuğu olunca bu işlere bulaşmamanın uzak bir ihtimal olduğunu vurguluyor bir bakıma. 


        Refn'in aynı oyuncuları tercih ettiği Bleeder (1999) filminin önemi ise sinema dünyasında kimseyi tanımadan, ekibin kendi imkanları ile çekilmesi. Video laset kiralama dükkanında çalışan sakin, az konuşan ama filmler hakkında engin bilgisi olduğunu anladığımız bir karakter Mikkelsen tarafından yoğruluyor. Patronu ve iki arkadaşıyla güzel kıyafetlerini giyip evde projeksiyondan film izleme seansları düzenleyip, bunu ritüel haline getirmiş bu dört kişi ve onların hayatları üzerinden anlatılan filmin yeteri kadar ilgi çekmemesi onların motivasyonunu düşürmemiş. . Bir sonraki yazıda bahsedeceğim Valhalla Rising ise orta çağda geçen Viking savaşçılarının epik hikayesi görselliği ile de ön plana çıkıyor. Kristian Levring’in 1870’ler Amerika’da geçen olay, çete liderinin izlerini süren The Salvation filmi de bu yazıya dahil olabilir.


  Mads Mikkelsen King Arthur/ Kral Arthur , Amerikan gişesine oynayan Clash of Titans, Three Muskeeters, Casino Royale, Hannibal dizisindeki rolüyle çok farklı tarzlarda denemeye açık olduğunu kanıtlıyor. Oyunculuğunda, öncelikle yönetmenin ne istediğini anlamayı bir ilk kural olarak kendine koyduğunu söyleyen Mikkelsen, dogma manifestosuna göre çekilmiş Open Hearts (2002) filminde geçirdigi duygusal değişimlere rağmen iyi bir baba olmayı başarabildiğini aktaran rolü, Prag'da (2006) az konuşan ama duyarlı, boşanma eşiğindeki bir kocayı,  Flame and Citmon/ Ateş ve Limon'da (2008) nazilere karşı çalışan, öldürmeye cok da hazır olmayan bir ajanken, iyi bir baba olamamanın ezikliğini de çarpıcı bir oyunculukla veriyor.

  The Girl with the Dragon Tatoo/Ejderha Dövmeli Kız filminin ortak yazarı Danimarkalı yönetmen Nikolaj Arcel ise, 2012'de  En Kongelig Affaere / A Royal Affair'i 18. yüzyılda yaşayan ruhsal dengesi pek yerinde olmayan Kral Christian VII' nin dönemini anlatan tarihi ve romantik bir filme Mikkelsen'in da dahil olması ile bir takım kavramların nelere evrileceğini anlatıyor. 18. Yüzyılda geçen bu hikayeyi geniş bir oyuncu listesi dahil ederek, uluslararası film festivallerine taşıyor.


  Anders Thomas Jensen'in 2000 yılında çektiği Blinkende Lygter/ Flickering Lights ise Kopenaglı, küçük çapta bir çete olan dört arkadaşın bir gangster patronundan kaçarken hayatlarında başka bir yola açılma süreçlerini komedi, suç ve aksiyon tarzında işliyor. Mikkelsen'in da rol aldığı filmlerden biri olmasının yanında, her birinin çocukluklarına inerek geldikleri noktayı anlatan film, bizi eğlendirirken naif duygulara dair algılarımızı açıyor. 

   Yönetmenin yazıp yönettiği çarpıcı hikayesiyle Adams Aebler, (2005), Neo-Nazi çete lideri Adam'in (Ulrich Thomsen), hapishaneden şartlı tahliye ile sosyal rehabilite projesinde yer almak üzere bırakılması ve  rahip Ivan (Mads Mikkelsen) ile aralarındaki gerilimleri ele almakta. Adam'in kendine hedef olarak elmalı turta yapma seçimiyle şekillenen, kara komedi tarzında çekilen filmde Adam'ın rahibin inancini kırmaya çalışması olayların gelişimine yön veriyor. Metofor kullanımının da filme katkıları bir yana, seyirciyi sorgulamaya iten dini inançlar, suç- ceza gibi kavramların teraziye koyulduğu detaylarla karşı karşıya kalıyoruz.

   

  Diğer yandan, Susanna Bier yönettiği filmlerinin bir çoğunda beraber çalıştığı Anders Thomas Jensen ile yakaladıkları enerjinin Danimarka sinemasına katkısı gözardı edilemez. Birlikte yazdıkları Brodre (2004) daha sonradan Hollywood'da da çekilmiş, Hindistan‘da yetimhaneye yardım fonu alması için Danimarka‘ya dönüşünde bekleyen sürprizler üzerine kurulu After the Wedding/ Düğünden Sonra (2006), annesinin ölümüyle başetmeye çalışan ve de anne babası boşanma eşiğinde olan on yaşlarındaki iki erkek çocuğunun çakışan hikayesini anlatan film Haevnen/ Daha İyi Bir Dünyada (2010) için, iki yönetmenin senaryoyu oluştururken birlikte çalışmalarının başarılı ürünleri diyebiliriz.

 *Bazi veriler The Guardian gazetesi sinema sayfalarından ve IMDb'den alinmistir. Film isimlerinin bir kaçının Türkce cevirileri olmadigindan orjinal isimleri ile yazdim.


Eskişehir