Pages

3 Ağustos 2013 Cumartesi


Direniş Belgeselleri
Karşı Açı dergisi için yazdığım ilk yazı:
http://karsiacidergisi.com/
1960’lı yıllar belgesel sinema üretiminin artmasında önemli bir rol oynamıştı. Özellikle Latin Amerika’da politik dalgalanmaların bu tür sinemanın gelişmesindeki payı yüksekti ve temsil biçimi izleyicinin algılarını manupule etmekten daha çok gerçekleri olabilidiğince yansıtmayı hedefliyordu . Üçüncü Dünya Sineması anlayışının Arjantinli Fernando Solanas ve Octaiva isimli yönetmenlerce ortaya atılması, 1968’ı buldu. Coğrafi sınırları belirlenmemiş bu sinema biçiminin nirengi noktası standartlaşmış temsil biçimlerinden uzak, kollektif çalışma ilkesiyle, kar amacı gütmeyen, deneysel yöntemleri uygulamak da vardı. Gerçeği koruyarak bir farkındalık yaratmak ve birliktelik ruhunu da tetiklemek... Belgesel sinema ile insanlar dünyanın her yerinde seslerini duyarabiliyor ayrıca bir şekilde yaşadıkları durumlara karşı direnmelerine de bir katkı sağlayabiliyorlardı. Dünyada ve ülkemizde belgesel film festivalleri izleyicilere geniş bir yelpazede filmlere ulaşmaya olanak sunar. Türkiye’de geçtiğimiz haftalarda yaşanan gelişmeler ile İstanbul’da altıncısı gerçekleşen Documentarist Belgesel Film Festivali aynı zamandaydı. Ek gösterimde ‘Direniş Filmleri’ başlığını atması oldukça manidardı.
Filmleri izlerken ekrana yansıyan kareler, sokaklardan gelen slogan ve protesto sesleri ile karışıyor, olaylara daha da geniş bir açıdan bakmamızı sağlıyordu. Dünyanın farklı yerlerinde insanların politik uygulamalara karşı direnme biçimine dair fikir sahibi olduğum filmlerden birincisi
Rocha Que Voa/ Stones in the Sky (2002).
1962 ve 1963 yıllarında devrim ile ortaya çıkan Küba sineması ve bunu takip eden Brezilya Sinema Novo (Brezilya Yeni Sinema Akımı), Latin Amerika’daki toplumsal, kültürel ve siyasal sorunlar ile doğrudan ilgileniyordu. Ancak bu noktada yapmak istedikleri sinema, emperyalizm tarafından kontrol edilen pazarı kazanmak için teknik azgelişmişlik sorunu gibi bir engelle karşı karşıyadır. Her iki ülke yönetmenlerinin kendiliğinden oluşan bir örgütlenme ve birlik halinde olması, Latin Amerika sinemasına yeni bir güç getirir. 70'li yılların başında Küba diplomatik olarak izole edilmiş aynı zamanda bu yaptırımlardan zarar gördüğü için Latin Amerika kültüründen karakterleri kabul etmeye başlar. Bunlardan biri, Brezilyalı yönetmen Glauber Rocha’dır. Bu belgesel filmde Glauber önemli bir devrimci, parası ve desteği olmadan politik mücadeleyi filme aktarmak ayrıca da toplumda yaşanılan gerçekliği, kendi özgünlüklerini ve aradıkları yolları farklı bir estetik anlayışıyla yansıtan, topluma entegre olmuş bağımsız bir sanatçı olarak anılır.
Latin Amerikalılar için Brezilya'da ya da Brezilya dışında olan yönetmenler, gizlice hem siyasi olarak mücadele etmeye hem de filmler yapıp, halk hakkında konuşmaktan ziyade onların sesi olmayı hedeflemiştirler. Sürdükleri iz, Brezilya Sinema Novo akımıdır. Latin Amerika sineması birkaç yıl içinde yeni bir fenomen olacak ve politik açıdan çok önemli bir duruma gelecektir, çünkü bu bir ilk kültürel hareket olacaktır. Daha başka bir deyimle, Latin Amerika'daki kültür ve siyaseti birleştirmek için ilk sanat hareketi. Tarihi olarak önemli dönemi ve Brezilyalı Glauber Rocha’nın devrim sinemasına olan katkısını ele alan oğlu Eryk Rocha’nın şiir ile de harmanladığı bu belgesel, Sinema Novo’nun izlerini taşıyor.
Children of the Revolution/Devrimin Çocukları (2010)
Shane O’Sullivan, 60’lı yılların sonlarında isimleri yankılanan iki kadın devrimci Alman Ulrike Meinhof ve Japon Fusako Shigenobu’nun kızlarının hayatlarını ele alıyor. Kaotik bir tarihi süreçle yoğrulan büyüme hikayelerini karşılaştırırken, aynı zamanda Baader- Meinhof (Kızıl Ordu Fraksiyonu/RAF) ve Japon Kızıl Ordusu’nda (JRA) aktivist kadın liderler olarak devrim hareketindeki paylarına da dikkat çekmeyi amaçlıyor. Ulrike’nin ikiz kızlarından biri Bettina (Röhl) ve Fusako’nun kızı May’in her ikisinin de gazeteci olması ortak noktayken, isyanın çocukları olarak farklı sonuçlara vardıklarını röportajlardan anlıyoruz. Fusako Shigenobu 30 yıldan fazla Ortadoğu’da kalıp uluslararası devrim dayanışması adına mücadele vermiş, Filistin Halk Kurtuluş Çephesine gönüllü olarak da katılmıştır. Kızı May, Lübnan’da doğduktan sonra çocukluğunun bir kısmını oradaki Filistin mülteci kampında geçirmiştir. Japon Kızıl Ordusu yoldaşları ve diğer Arap destekçi ve arkadaşları annesinin yokluğunda ona bakmış, Lübnan’da üniversite eğitimine devam etmiştir. Japonca bildiğini annesinin yakalanma olasılığı yüzünden saklamıştır. Annesi yakalandıktan sonra Japonya’ da bir süre yaşamış nihayetinde Birleşik Arap Emirlikleri Ortadoğu Yayın Merkezinde Tokyo muhabiri olarak görev yapmaktadır. Bettina’nın ise Konkret adlı bir dergiyi yayınlayan babası ve orada editör olan annesinin, daha sonra boşanarak yollarının ayrılması ile hayatı değişiyor. Ulrike’nin radikal öğrenci hareketlerine katılması ve Kızıl Ordu Fraksiyonu’ndaki rolü, kızları arasındaki mesafeyi artırmıştır. Filmdeki bir röportajda üzerinde çok durulmasa bile, grup içinde ise bir kadın olarak çocuklarının onun zayıf bir yönü olduğu ile eleştirildiği ifade ediliyor. Çeşitli bombalama ve banka soygunlara dahil olan Ulrike, 1972’de yakalanır. Hapishanede depresyona girdiği ve 1976’da kendini astığı resmi olarak açıklansa da devlet tarafından öldürüldüğü iddia edilmiştir. Bettina, belgeselde daha cesur yorumlar yaparken, May’in soruları daha tedbirli cevaplaması, her ikisinin karakterinin inşasında, kolektif hafızanın mekana bağlı olarak farklı evrilmesi ile ilgili olduğu sonucuna varabiliriz belki de.
Children of the Riots/ İsyanın Çocukları (2012)
Yunanistan’da Aralık 2008’de 15 yaşında Alexandros Grigoropoulos’un polis tarafından kurşunlanarak öldürülmesi, protestoların başlamasına neden olur. Çoğu daha önceleri hiçbir gösteride bulunmayan insanlardan oluşan toplulukta Alexandros’un arkadaşları, tanıklar ve bunu protesto eden diğerleri, polisin sert müdahalesine maruz kalır. Christos Georgiou’nun yönettiği belgesel, takip eden yıl dönümlerinde de yaşanılan şiddeti gözler önüne sererken vurguladığı noktalardan biri de bu ayaklanmanın başlangıcının sadece onun ölümü olmadığıdır. Toplumun içinde birikmiş öfke ve yılgınlığın piminin çekilmesi ile birlikte, ortalığın ses bombası silah ve ambulans seslerinin hakim olduğu, göz yaşartıcı gazın kullanıldığı müdahalelere, arabaların yakılmasına ve taşların havada uçuştuğu bir kaosa dönüşür. Alexandros’un arkadaşları ile yapılan röportajlarda benzer yaşlardaki genç insanların şiddetle tanışmalarının, polise ve hükümete olan düşüncelerinin yeni inşasının nasıl katmanlandığına şahit oluyoruz; algılarının nasıl değiştiğine… 2011’deki hükümetin kemer sıkma projesi ile daha da gerginleşen halk, gösterilere devam etmekte tereddüt etmiyor.
Diğer yandan, ortak bir yaşam alanı kuruluyor bir parkta. Başlangıçta 8-10 çadır varken sayıları 110’ü geçiyor. Kendiliğinden organize olan gönüllülerin, ücretsiz yemek, çöp toplama, betonu kırıp çiçekler dikme, sinema gösterimleri, çocuklar için tiyatro atölyeleri tarzında paylaşımlarının grup terapisi gibi olduğunu söylüyor bir direnişçi. Festival havasında olan bu parkta her gün bir temanın seçildiğini ve bu temaların değişmekte olan toplumlar, göçmenler, hapishaneler, toplumsal cinsiyet gibi konuları ele aldığını söylerken bunun bir nefes alma alanı olduğunu da ekliyor. Bütün bu sahneleri izlerken çok karışıyor insanın duyguları. Birlikte hareket etmenin getirdiği güçle her şeye daha umutlu bakabileceğimizi hissederken, ekranda büyük harflerle yazılan slogana takılıyor gözüm: ‘ OUR DREAMS ARE BULLETPROOF’ (HAYALLERİMİZ KURŞUN GEÇİRMEZ)…

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Yazilarinizi buyuk bir keyifle okuyorum Selma Hanim. Ellerinize, yureginize saglik...

Ezgi Budak dedi ki...

Selma Hanım, yazılarınızı büyük bir hayranlıkla takip ediyorum.Hatta bazen derste de inceliyoruz.Sizin gibi güçlü kalemlere ihtiyacımız var.Şahsi idollerimdensiniz..

Eskişehir